Joyce ve Atay: Modernliğin Destanı
MELTEM GÜRLE
Tutunamayanlar, tamamen kendine has ve hiç bir şüpheye meydan bırakmayacak kadar Türkiyeli bir romandır. Ancak, daha geniş bir perspektiften bakmak istersek, Oğuz Atay’ın romanını James Joyce’un Ulysses’ine bir cevap olarak da okuyabiliriz.
Aslına bakarsanız, her iki roman da çok zengin çağrışımlara ve birbirinden çok farklı okumalara açık metinlerdir. Onun için Ulysses gibi Tutunamayanlar’ı da, farklı seslere ve üsluplara açık olduğu için postmodern bir metin, karaktere odaklandığı ve onun bilincini okuyucuya açmayı ön planda tuttuğu için modernist anlayışla yazılmış bir roman, ya da dünyayı eksiksiz bir bütün olarak algılama ve ifade etme arzusunu taşıdığı için bir “modern epik” olarak değerlendirmek mümkündür.
Ben bu sonuncusunu tercih ediyorum. Çünkü bu okumanın, iki metin arasındaki benzerlikleri en kapsamlı haliyle ortaya koymaya yaradığı gibi, onları birbirinden ayıran en temel özelliği de açık bir şekilde görmemizi sağladığını düşünüyorum.
“Modern epik” tabiri İtalyan edebiyat kuramcısı Franco Moretti’ye ait. Bu tanımla Moretti, dünya metinleri dediği bir grup yapıttan bahsediyor. Aralarında Faust, Moby Dick, Niteliksiz Adam, Ulysses gibi büyük eserlerin bulunduğu bu metinler, Moretti’nin deyimiyle “fosillerde geleceği yaratmak” gibi önemli bir görevi üstlenmişlerdir. Bu yapıtların her biri, yazıldığı çağın ruhunu yansıtmış ve edebiyatta yeni bir dönemecin, evrimsel bir dönüşümün ya da bir sıçramanın habercisi olmuştur. Ancak bir yandan da, hepsi toplumun kendi kültürünün “hakiki bir ansiklopedisi” “temel bilgisinin deposu”dur. Onun için, Moretti’ye göre, bir toplumun bağlı olduğu kültürün özü, modern epikler üzerinden taşınır ve aktarılır. Yeninin geçmişin üzerinden yaratılması, “tıpkı bir yapbozdaki gibi: eski malzemeye, yeni muamele,” diye tanımlar bunu Moretti.
Ulysses gibi Tutunamayanlar da, belli bir zamanın ruhunu yansıttığı için elbette bir dönem romanı sayılır. Joyce, romanını yazarken yüzyılın başında İrlandalı olmanın ne anlama geldiğini hep aklında tutmuştur. Bu açıdan bakarsanız, Atay da 1970’lerde “Türklüğün Ruhu”nu anlatmaya soyunmuştur. Ancak bu iki roman, ilk bakışta böyle bir ulusal bir meseleyi merkeze alıyor gibi görünseler de, bundan çok daha eski çok daha derin bir tema üzerine kuruludurlar. Başka bir deyişle, bu iki romanın (hatta bu romanları yazmış olmaları nedeniyle bu iki yazarın) kardeşliğini teyit eden şey, sadece toplumsal ve siyasi hayata yaptıkları göndermeler değil, bir dönemin ruhunu ait oldukları kültürün esasını belirleyen birer arkaik hikaye üzerinden aktarıyor olmalarıdır.
Tutunamayanlar da Ulysses gibi, geçmişle diyalog halindedir. Aslına bakarsanız, iki kitap arasında ilk göze çarpan benzerlik belki de şudur: Atay’ın anlatısı da Joyce’unki gibi, ölülerle konuşmak üzerine kuruludur. Her iki yazar da, kahramanını bir ölünün peşinde yolculuğa çıkarır: Ulysses’de Bloom, oğlu Rudy’nin ölümünün üstesinden gelememiştir. Tutunamayanlar’da ise, hikaye Selim’in intiharıyla açılır ve Turgut’un onun ölümüne anlam vermeye çalışması ile devam eder. Joyce ve Atay da, bu iki romanda, kendi yarattıkları karakterler gibi, geçmişle hiç bitmeyen bir diyalog içindedirler: Onlar da kendilerinden önceki edebi geleneğin temsilcileri ile konuşur, onlarla hesaplaşırlar.
Ulysses, adının da işaret ettiği gibi, Odissea’dan beslenir. Homer’in destanı, kahramanlık hikayeleri ile örülü bir eve dönüş yolculuğudur. Tutunamayanlar ise, Mezopotamya’nın topraklarını binlerce yıldır belirlemiş olan bir yas ve ağıt geleneğinin parçası olduğu gibi, bir yandan da sarsıcı bir “tutunamama” hikayesi anlatır. Bu açıdan, varoluşsal bir arayışı konu alan ve kaçınılmaz bir yenilgi ile sonuçlanan Gılgamış Destanı’nı andırır.
Ulysses’de, Bloom’un yolculuğu, Homer’in destanında olduğu gibi, bir eve dönüşle biter. Leopold Bloom, gün boyunca ayrı kaldığı evine, hatta karısının yatağına, geri döner. Romanın son iki bölümü, Ithaca ve Penelope, bu açıdan bakıldığında çok anlamlıdır aslında. Soru-cevap şeklinde düzenlenmiş olan Ithaca (aslında bir kateşizm, yani Hristiyanlıkta dini kural ve uygulamaların öğrenildiği bir ders havasında yazılmıştır), ağırlıklı olarak evdeki bütün eşya ve mobilyaların uzun listeler halinde sunulduğu bir kataloglardan oluşur. Bir orta sınıf zevkler tapınağı olan Bloomların evi, böylece neredeyse dini bir ritüelle karşımızda açılır.
Romanı okuyanlar, benzer bir bölümün Tutunamayanlar’da da karşımıza çıktığını hatırlayacaklardır. Ancak bu bölüm, romanın sonuna değil başına yerleştirilmiştir. Tutunamayanlar’ın ilk bölümünde, Turgut’u kendi orta sınıf evinin mabedinde görürüz. Tek bir farkla: Turgut bu evden, pembe puflardan, yaprak şeklindeki sigara tablalarından, müzik kutusu şeklindeki sigaralıklardan, sıkış tıkış yerleştirilmiş mobilyalardan boğulmaktadır. Onun meselesi başkadır. Turgut’un hayatı, arkadaşının kaybıyla sekteye uğramıştır. Selim’in ölümüyle darbe almış bu hayatın içinden çıkmaya çalışmaktadır.
Ulysses’de son bölüm, Bloom’un karısı Molly’ye ve onun bir nehir gibi akıp giden bilincine ayrılmıştır. Joyce’un son sözü ona bırakması ilginçtir. Bir anda Bloom’u dünyayı tasnif edip aşmak isteyen zihninden Molly’nin onu olduğu gibi kabul eden bilincine geçeriz ve hikayeyi bambaşka bir ağızdan dinleriz. Bu son iki bölümle Bloom, gün içindeki serüvenini tamamlayıp orta sınıf hayatının konforuna ve karısının koynuna geri döner. Başını Molly’nin göğsüne (hatta romanın sonsuz ironisi içinde mabadına) dayayıp uykuya dalar.
Turgut içinse bunları söylemek mümkün değildir. Onunki tümüyle bir kopuştur. Medeniyetten, toplumdan, orta sınıf hayatından ve ailesinden. Roman açıldıkça anlarız ki, ne kadar uğraşmışsa da Leopold Bloom gibi bir “homo economicus” olamamıştır, Turgut. Ne bu terimin ima ettiği gibi bir “ekonomik insandır”, ne de sözcüğün kökeninde kastedildiği gibi “evcil” bir yaratıktır. O, arkadaşı Selim gibi, bir tutunamayan yani “disconnectus erectus” olacaktır en nihayetinde. Oğuz Atay, dostunun ölümü üzerine yola çıkan ve zorlu maceralardan geçen kahramanını, eve (yani medeniyete) geri getirmek yerine, bozkırda boşluğun ortasında bırakır. Tutunamayanlar’ın öyküsünü bu isme layık bir şekilde bitirmeyi tercih eder.
Sonuç olarak, edebi akrabası Leopold Bloom gibi, Turgut Özben de modern bir epiğin kahramanıdır. Bloom yüzyılın başında İrlanda’da yeniden vücuda gelmiş bir Odysseus ise, Turgut da günümüzün bir Gılgamış’ıdır. Odysseus önüne çıkan engelleri aşarak evine döner. Onunki bir akıl ve beceri hikayesidir. Dünyayı alt edenlerin anlatısıdır. Gılgamış’ınki ise yalnızca bir kaybın değil, kaybedenlerin de öyküsüdür. Mezopotamya’nın güçlü kralı, metafizik bir soruya yanıt aramak üzere yolculuğa çıkmış ve yenilmiştir. Onun hikayesi, en temelinde, insanın dünyadaki evsizliğinin hikayesidir. Aynı Tutunamayanlar’ınki gibi.
[Birgün Kitap, Sayı: 128, 22 Haziran 2013]