Ulysses'in Çeviri Sorunları Üzerine
ARMAĞAN EKİCİ
Bu yazıda, Ulysses’in çeviri çalışması boyunca karşıma çıkan belli başlı sorunları özetleyip, bunlara çözüm olarak seçtiğim stratejileri kısaca açıklamaya çalışacağım.
Edisyon
Ulysses’i çevirmeye kalkınca karşılaşacağınız ilk sorun bu: Hangi metni kullanmalı? Çeviri üzerinde çalıştığım süre boyunca, yaygın olarak ulaşılabilen, belli başlı metinler şunlardı:
(1) Oxford World’s Classics serisinden 1993’te yayımlanan, Jeri Johnson’un hazırladığı Ulysses: The 1922 Text. Bu metin, 1922’deki ilk basımın faksimilesini, eklerinde Joyce tarafından çeşitli basımlarda yapılmış düzeltilerin bir listesini, açıklayıcı notlarında ise zaman içinde yakalanan diğer düzeltileri içeriyor.
(2) Hans Walter Gabler’ın 1984’te yayımladığı, geniş bir metin analizine dayanarak çok sayıda düzeltmenin eklendiği yeni metin (Vintage Books).
(3) Şu anda Penguin Classics tarafından basılmakta olan 1960 Bodley Head/1961 Random House metni.
1922 metnini diğer iki metinle karşılaştıran ilginç bir çalışma da var (Philip Gaskell ve Clive Hart, Ulysses: A Review of Three Texts, Barnes and Noble, 1989).
(Meraklıysanız, aklınızdan geçebilir: Danis Rose’un 1997 edisyonunu, kitabın son bölümünde 40 sayfa boyunca Joyce’un noktalama işareti kullanmama tercihine saygı göstermediği, metne tireler, kesme işaretleri ve italiklerle müdahale ettiği için ciddiye alamadım; bu nedenle incelemeye bile gerek duymadım.)
Ben çeviriyi tamamladıktan sonra, Ekim 2012’de yayımlanan, John Slote’un hazırladığı, 1939 Odyssey Press baskısını esas alan açıklamalı Alma Classics edisyonu, belki çok erken konuşuyorum ama, benim gözümde, notlarının özeni, (Joyce’un sağlığında, Stuart Gilbert tarafından yapılan düzeltilerin son noktasını gösteren) tarihsel değeriyle belli başlı edisyonlardan biri olma hakkını şimdiden kazandı.
Benim tercihim —birtakım duygusal ve mantıkî değerlendirmelerin sonucunda— 1993 Jeri Johnson metnini esas almak oldu. Duygusal neden, 1994’te ilk satın aldığım Ulysses metninin bu olması, yıllarca bu kitabı, önsözünü, içindeki denemeleri, tarihçeleri ve notlarını çok severek okumuş, zaman boyunca iki kopyasını kullana kullana haşat etmiş olmamdı. Mantıki nedenlerden ilki, “sahih metin” tartışmaları açısından en yakın tarihli belli başlı çalışma olması, bu konuda kendinden önceki tartışmaları sentezlemesi; mantıki nedenlerden ikincisi ise Joyce’un (özellikle özen gösterdiğini bildiğimiz) orijinal mizanpajını faksimile yoluyla birebir veren yegâne metin olmasıydı. (Joyce’un 1922 edisyonunun kapak sayfasının dizgisini bizzat kendi eliyle yaptığı, hatta bu yüzden harf aralarında hata olduğu söylenir.)
Bu tercih, az sayıda ufak ayrım ve tartışmalı nokta dışında 1984 Gabler metnine çok yakın, fakat 1922 mizanpajını takip eden bir metin ortaya çıkarıyor. Çok kısıtlı olarak, Jeri Johnson’ın düzeltmeye gerek görmediği bazı özel isim yazımı tutarsızlıklarını, ya da silinmiş / matbaada çıkmamış noktalama işaretlerini 1984 ve 1960 versiyonlarına, Gaskell ve Hart’ın karşılaştırma çalışmasına ve Rosenbach elyazmasına başvurarak düzelttiğim oldu. Rosenbach elyazması, Joyce’un romanı son haline ulaştırmadan önce, satmak amacıyla el yazısıyla temize çektiği bir kopya.
(Rosenbach elyazmasından: "Mother dying" yerine "Nother dying"in 1. baskıdaki dizgi hatası değil, Joyce'un kasten yazdığı, telgraftaki bir dizgi hatası olduğunu gösteren sayfa; Türkçe çeviride s. 47, "Amen ölüyor")
Ses, ritm, söz sanatları
Ulysses’in zor bir çeviri olmasının en önemli nedenlerinden biri, Joyce’un dilin müziğini ve çokanlamlılığını büyük bir zenginlikle kullanıyor olması. Çevirmeni en çok zorlayan oyunlar, Joyce’un bir kelimeyi sözlükteki bir anlamıyla kullanırken, aynı kelimenin başka bir anlamına bağlam içinde sembolik bir değer taşıttığı noktalar. Örneğin, mezarlık (Hades) bölümünde insanlar sık sık “gravely” konuşuyorlar; kelimenin düz anlamı “ağırbaşlılıkla”, ama “mezarcıl” gibi bir çağrışım da yapıyor. Bunlara çeviri içinde bir çözüm bulmak imkânsıza yakın; bu türden çift anlamları her iki anlamıyla çeviremeyeceğimi, düz anlama öncelik vermem gerektiğini peşinen kabul ettim. Öte yandan, bu oyuna az da olsa yaklaşabilmek için, Türkçedeki benzer çakışmalardan yararlanmaya çalıştım — örneğin yine aynı mezarlık bölümünde, “yerdeki bir delik” gerektiği zaman ben de “kabir” ile etimolojik ortaklığı olan “kubur”u seçtim.
Ses oyunlarının, aliterasyon, kafiye, vezin gibi unsurların kullanıldığı yerlerde, bu oyunların metnin toplam anlamında ne ölçüde önemli olduğuna göre bir karar vermeye çalıştım. Karakterler içlerinden ya da konuşmalarında kelime oyunu yaptığı zaman ben de kelime oyununa yaklaşmaya çalıştım. Buna bazı örnekler:
* Buck Mulligan’ın sürekli aliterasyonlu konuşuyor, vezinli ve kafiyeli komik manzumeler yazıyor olması Buck Mulligan’ın karakterizasyonu açısından özellikle önemliydi; ben de Mulligan’ın kelime oyunları için hem anlamca mümkün olduğunca yaklaşan, hem de benzer bir kelime oyunu yapan, gerekirse vezni ve kafiyeyi koruyan çözümler aradım. Böylece, “jejune jesuit”, “cizvit cücüğü”; “jesuit jibes”, “cizvit cinslikleri” oldu.
* Lenehan da durmadan bayat ve kötü kelime oyunları yapıyor olmasıyla karakterize ediliyor; ben de Lenehan’a bayat kelime oyunları yaptırdım (“And Able was I ere I saw Elba”, bu yüzden eşit bayatlıkta “Anastas mum satsana” oldu).
* Gazete (Aeolus) bölümündeki “Dear Dirty Dublin”, yalnızca “ah bizim sevgili, pis Dublin’imiz” anlamını vermiyor, bu sözün aliterasyonlu bir klişe olduğunu da hatırlatıyor; bu yüzden bu da “Derbeder Dilber Dublin” oldu.
* Bloom’un hızla giden bir cenaze arabası gördüğü zaman içinden “in a hurry to bury” diye geçirmesi, yalnızca düz anlamıyla değil, iç kafiyesi nedeniyle de önemli ve Bloom’un zihnini karakterize ediyor. Bu noktada, “ecele gitmiş, hâlâ acele gidiyor” çözümü, hem bu kafiyeyi yakalamış, hem de Bloom’un genel olarak atasözlerini, deyimleri kafasında çarpıtarak eğlenmesine uymuş, güzel denk düşmüş oldu.
* Vezin ve kafiyenin önemli olmasının en uç örneği olarak, Ithaca bölümünde Bloom’un Molly için bir zamanlar yazmış olduğu akrostişli şiirde çeviri açısından en önemli bulduğum yön, şiirin hafif çocuksu, bıyık altından gülen formel yapısı oldu (bizde liselilerin hatıra defterlerine yazdığı şiirleri hatırlayın); bu yüzden, bu mısralarda akrostiş, vezin ve kafiye yapısını korumak, düz anlamın epey önüne geçti.
İngilizce ve Türkçenin yapısal farkları
İngilizce ile Türkçe arasında çeviri yapan herkesin çözmesi gereken iki temel sorun var:
Birincisi, iki dilde cümle öğelerinin sırası değişik; bu yüzden, nötral bir çeviride özellikle uzun cümleleri altüst etmek gerekiyor (Maureen Freely, bir konferansında bunu “akrep gibi üzerine kapanan o dev cümleleri çözmek...” benzeri bir ifadeyle anmıştı). Ben de ilke olarak bunu yapmaya, Oğuz Atay’ın çeviri roman parodisi yaparken sarakaya aldığı “ki o adam...” yapılarından, bunun getirdiği çeviri kokusundan kaçınmaya çalıştım. Öte yandan, bu çözüm, kimi zaman cümlenin retorik yapısını bozabiliyor; örneğin cümlede sayılan öğelerin giderek yükselerek bir finale ulaştığı, en önemli kelimenin cümlenin son kelimesi olduğu durumlarda, ya da (özellikle Ithaca bölümündeki) upuzun cümlelerin ilk başta ciddi gibi başlayarak sonra giderek gayrıciddileşip, cümlenin kapanışında bir punchline’a ulaşmalarının sırasını bozarak, cümlelerin anlamlarının retorik boyutuna zarar veriyordu. Bu durumlarda, aynı etkiyi sağlayabilmek için, eğer kabul edilebilir bir doğallık içinde kalıyorsa devrik cümlelere, ya da cümlenin yapısına hafif müdahalelere başvurdum.
İkinci sorun ise, şahıs zamirlerinin ve fiil çekimlerinin belirlenme düzeyi. İngilizce “he came”in standart, doğru çevirisi olan “o geldi”, Türkçede İngilizceden daha az belirlenmiş bir cümle; İngilizce cümleden cinsiyet bilgisini çıkararak orijinalinden daha az bilgi veriyor. Gelenin bir erkek olduğunu belirtmek için Türkçeye birşeyler eklemek gerekiyor, bu eklemeyi yapınca da Türkçe cümle orijinalinden daha iyi belirlenmiş, İngilizce aslında olmayan bir bilgi cümleye eklenmiş oluyor (“o adam geldi”, “o oğlan geldi”, “o horoz geldi”, “Mr Bloom geldi...”)
Benim için en önemli nokta orijinal metnin anlamını ve ritmini doğru aktarmak olduğu için, bu türden cümleleri ben de doğal, akıcı bir Türkçenin belirleyeceği ölçüde belirlemeye, bu nedenle de bahsedilen he/she/it’in kim olduğunu doğru saptamaya çalıştım. Bu çözüm, beni bazen Joyce’taki muğlaklığı belli bir yoruma çözerek orijinal metnin muğlaklığını azaltmaya zorladı. Örneğin Bloom, Molly’nin aşığı Boylan’ın adını hiç anmıyor ve onu aklından hep “he”, “him” diye geçiriyor; bu “he”leri “o herif” olarak belirleyince, Bloom’un aklından geçen “he”lerin hangilerinin Boylan olduğuna karar vermek için yoruma başvurmak ve bazı muğlak he’lerle kastedilenin Boylan olduğu yorumunu seçmek gerekti — örneğin,Calypso bölümünde, Bloom’un kendini bir Şark sokağında gezerken hayal ettiği sırada aklından geçen “well, meet him” cümlesinde.
Belirlenme meselesinin ikinci yönü, Türkçede fiil çekimlerinin İngilizceden daha iyi belirlenmiş olması. Ulysses’de, karakterlerin, özellikle Bloom’un zihninden geçen cümle parçalarında şahıs zamiri olmayabiliyor (“want pure fresh water”); oysa Türkçede şahıs zamiri kullanmasak bile fiil çekimleri şahsı çok daha iyi belirliyor (“isterim/istersin/ister...”) Bu örneklerde de karakterlerin aklından tam olarak ne geçtiğini iyice düşünmek, diğer çevirilerle, yorumlarla karşılaştırmak ve belli bir şahıs zamirini seçmek, bu nedenle İngilizce aslından daha az muğlak olan bir Türkçe cümle kurmak gerekti.
Alıntılar
Ulysses’i çevirirken her an uyanık olmak gerekmesinin başka bir nedeni de alıntılar. Karakterler, sık sık, Shakespeare veKitab-ı Mukaddes başta olmak üzere çok sayıda edebi eserden alıntılar yapıyorlar. Kitab-ı Mukaddes alıntıları için mümkün olduğunca “eski çeviri”ye başvurdum ve birebir aynı ifadeyi kullanmaya çalıştım. Tek bir yerde, “vanity of vanities” karşılığı için Vaiz 1:2’deki “herşey boş, bomboş”u çok zayıf bularak, daha da eski bir çeviriye, Boyacıyan Agop Matbaası’nın 1885 tarihli Kitab-ı Mukaddes’ine başvurdum ve buradan “bâtılların bâtılı”nı avladım.
Shakespeare’ler için Sabahattin Eyuboğlu çevirilerini, eğer Eyuboğlu çevirisi yoksa İş Bankası / Remzi Kitabevi edisyonlarını; Odysseia için Azra Erhat çevirisini kullandım. Dikkatli gözler, benim çevirimin bir iki kritik kelimesinde Murat Belge’nın Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi çevirisiyle çakışarak Murat Belge’ye de selam verdiğini yakalayacaktır.
Kitab-ı Mukaddes alıntılarının yarattığı çeviri sorunlarına bir örnek:
Mulligan: “And going forth, he met Butterly.”
Düz anlam: “Ve dışarı çıkıp, Butterly [adındaki adam] ile karşılaştı.”
Kitab-ı Mukaddes: “And going forth, he wept bitterly.” (Douay-Rheims çevirisiyle Matta 26:75; Mulligan, bu bölümde sürekli olarak dinî kavramlarla ve metinlerle dalga geçiyor).
Türkçe Kitab-ı Mukaddes: “Ve dışarı çıkıp acı acı ağladı.”
Tercih ettiğim çözüm: “Ve dışarı çıkıp acı acı yağladı.” (Kitab-ı Mukaddes parodisi işlevini eşit derecede görüyor ve Butterly’deki “tereyağı” anlamına yaklaşıyor).
Standart dille mesafe
Tüm çeviri çalışması boyunca, çıkış noktam şu oldu:
Orijinal metin 1922’de, anadili İngilizce olan bir okur için ne kadar akıcı, ne kadar standart dile yakınsa, çeviri metinde bugünkü Türkçe okuru için standart Türkçeyle aynı mesafeyi, aynı akıcılığı korumak.
Nevzat Erkmen çevirisi ile karşılaştırırsanız, bu tercihin iki çeviri arasındaki en önemli yaklaşım farkı olduğunu görebilirsiniz.
Joyce çoğumuzun aklına ilk başta deneysel bir dili, modernizmin soğukluğunu getiriyor. Bu, aslında, büyük bir yanılgı;Ulysses herşeyden önce gündelik hayatı anlatan, Stephen karakterinin zihnindeki labirentleri ve kütüphane (Scylla and Charybdis) bölümündeki entelektüel sohbeti ayırırsak, büyük ölçüde, sıradan insanların sıradan konuşmalarından oluşan bir kitap. Bu nedenle, gündelik konuşmaları hep “böyle bir karakter, bunu Türkçe gündelik konuşma dilinde nasıl ifade ederdi?” sorusunu sorarak çevirmeye çalıştım. Örneğin, “you’ll look spiffing in them”, bu nedenle “(pantalonun) içinde çok şık görüneceksin” değil, “seni acayip açacak” oldu.
Öte yandan, konuşmalardaki bu stratejinin aksine, anlatıcıya ait cümleleri, Joyce’un sesini korumak amacıyla noktasına virgülüne kadar aynı ritmle ve anlamla takip etmeye çalıştım; Joyce’un standart sözdizimini (Sirens bölümü başta olmak üzere) müzikal amaçlarla ya da parodi amacıyla bozduğu yerlerde ben de benzer çarpıtmaları tekrarladım. Joyce’un standart dışı kullanımlarını da (bitişik kelimeleri, vs) mümkün olduğunca izledim.
Türkçe açısından bir sorun, Joyce’un karakterleri için standart gündelik dilin standart İngilizce değil, İngilizcenin İrlanda’da konuşulan hali olması. İrlanda İngilizcesinde bazen İrlandacadan gelen deyişler devreye giriyor; örneğin Mulligan , “is there Gaelic on you” derken, İrlandacayı kelime kelime İngilizceye çevirdiği için böyle bir cümle kuruyor. Mulligan’ı iyi eğitimli, güzel konuşan bir Türk öğrenci gibi konuşturmak için “Gaelce anlar mısınız”ı tercih edince, bu İrlanda şivesi özelliği kaybolmuş oldu. Öte yandan, İngilizcenin asıl sahibi olan Haines’in Oxford İngilizcesi ise daha dolambaçlı, yapmacık bir Türkçeye dönüştü: “Geliyor musunuz, arkadaşlar?”
Olay 1904’te geçiyor!
Yukarıda andığım ilkede “nötral” Türkçe için her ne kadar bugünün Türkçesini temel almış olsam da, olay 1904’te geçiyor; insanlar sokakta şapkayla dolaşıyorlar, evlerin içinde tuvalet yok, gazete haberleri zamanın üslubuyla, deyişleriyle yazılıyor; olay, ayrıca, Britanya’da geçiyor (İrlanda henüz bağımsız değil). Bu nedenle, çevirinin mekânı ve zamanı da okuyucuya hissettirmesi gerekiyordu.
Kitaptaki mesafe ve ağırlık ölçüleri emperyal ölçüler, paralar da ondalık sisteme geçilmeden önceki sistem (1 pound = 20 shilling = 240 pence). Bu konuyu bir süre tarttıktan sonra, emperyal ölçüleri korumanın, ölçüleri ve paraları da Ahmet Rasim’lerin zamanındaki Türkçe adlarıyla çevirmenin (1 lira = 20 şilin = 240 peni; kadem, inç, fersah...) yerel rengi vermekte, olayın 1904’te geçtiğini hissettirmekte daha faydalı olduğuna vardım. Kimi ifadelerde, cümlelerde biraz eskimiş kelimeleri tercih ederek olayın zamanını, siyah-beyaz fotoğraf hissini vermeye çalıştım.
Parodiler ve üsluplar
Joyce’un kitap boyunca kullandığı üslup parodilerinde (gazete başlığı, gazete haberi çeşitleri, reklam metni, yasal sözleşme, ezoterik metinler, ders kitabı...) öncelikle Joyce’un düz anlamını aynen aktarmaya, sonra da benzer Türkçe metinlerin genel havasını ve kelime hazinesini yansıtmaya çalıştım.
İç tutarlılık
Ulysses’in çevirmeni için en zorlayıcı yönlerden biri, Joyce’un olağanüstü incelikle kurulmuş, devasa bir hypertext kurmuş olması. İlk okuyuşta keyfekeder seçilmiş, rastgele gözüken her kelimenin, her cümlenin kitabın toplam planı içinde bir değeri, bir yeri var. Bunlar büyük bir çoğunlukla sayfalarca ilerideki ya da gerideki başka bir noktaya bağlanıyorlar. Bu devasa hafıza ağı’nın unsurları birleşince Molly, Bloom ve Stephen’ın geçmişlerinin ve bugünlerinin tüm hikâyesinden başlayarak, Dublin ve halkının, bir sonraki seviyede İrlanda, Yunan ve İbrani halklarının portresini taşıyan müthiş incelikli, girift bir iskelet oluşturuyorlar.
En basitinden, Joyce, bazı karakterleri, aynı Homeros’un sıfatları gibi, belli özelliklerini ya da giyim eşyalarını tekrar tekrar anarak tanımlıyor; Rochford’ın vişneçürüğü rengi yeleği, dans hocası Maginni’nin “ağırbaşlı postürü ve şen kıyafeti” var. Bu unsurları, aralarında yüzlerce sayfa olsa bile, tutarlı olarak çevirmeye dikkat etmek gerekiyor.
Daha incelikli olan çapraz bağlantılar ise, yine yüzlerce sayfaya yayılmış mini-hikâyeler. Bloom’un sabununun hikâyesi bilinir mesela, kitap boyunca sabun da kendi çapında bir Odysseia yaşar, bir cepten bir cebe savrulur. Bu türden hikâyeler arasında benim en sevdiklerimden biri, Bloom’ların evinin mutfak rafındaki kaymağın hikâyesi. Bu hikâye, Calypsobölümünde iki kelimelik bir cümleyle (“her cream”) başlıyor; kaymak, Molly tarafından çaya konuyor, ileriki bölümlerde dedikodu konusu oluyor ve Ithaca’da Bloom bu kaymağı (kaymak Molly’ye ait olduğu halde) Stephen’a ikram ediyor. Son bölümde aynı kaymak Molly’nin zihninden de geçince, okur, kaymağın hikâyesini kitabın bittiği noktanın da ötesine geçirebiliyor; kaymağın eksilmiş olmasının, 17 Haziran sabahı Molly’nin Bloom’a hesap soracağı konulara bir konu daha eklediğini farkedebiliyoruz. Bunun çevirmene kurduğu tuzağa ilk başta düşmüş, ilk “her cream”i “kreması” diye çevirip geçmiştim; ancak kitabın sonuna gelince ilk başta anılanın da bu “meşhur kaymak” olduğunu hatırlayıp kelimeyi “kaymak” olarak düzelttim.
İç tutarlılığı sağlamak için, Imperial College London’ın Bilişim bölümüne ait, Ulysses’in tam metni içinde bir kelimenin geçtiği bütün bölümleri bulan siteden (http://www.doc.ic.ac.uk/~rac101/concord/texts/ulysses/), ayrıca Ulysses üzerine en ilginç çalışmalardan biri olan “Index of Recurring Elements in James Joyce’s Ulysses”den (William Schutte, 1982) yararlandım.
Oxen of the Sun
Çeviri açısından en sorunlu ve zorlu bölüm, Joyce’un İngilizcenin tarih boyunca geçirdiği değişimin parodilerini yaptığıOxen of the Sun bölümü. Bu bölüme getirilebilecek çözümlerden biri, çeviriyi de Türkçenin tarihî değişimiyle paralel yapmak. Yapabilen için, gerçekten de çok zorlu, virtüözce bir çeviri başarısı olurdu bu. Benim planımın içinde, pratik olarak, bunu uygulamak mümkün bile değildi; bu nedenle, bu bölümde de tüm çeviri için seçtiğim ilkeyi izlemeye, İngilizce metin standart İngilizceden ne kadar uzaksa ben de Türkçe metni o ölçüde uzak tutmaya, sözdiziminin ve arkaizmlerin kelime ve cümle bazında analojilerini yakalamaya çalıştım. Joyce’un kullandığı metinlerin Türkçe çevirilerine de renk için başvurdum; örneğin Sterne’ün A Sentimental Journey’inin parodisi olan pasajda, ben de aynı kitabın Nihal Yeğinobalı çevirisindeki “şenşatır”ı ödünç aldım. Bu sayede, orijinali ile aşağı yukarı aynı okunaklılıkta, Türkçe okurun bölümdeki hikâyeyi, mizahı, ve olabildiği ölçüde İngiliz edebiyatı parodilerini takip edebileceği bir metin ortaya çıktı.
Bu bölümün, Türkçenin dönemleri çözümüyle çevirilmesinin, pratik zorluğunun yanında, şu iki sorunu da getireceğini düşünüyorum:
İlk sorun, “standart dille mesafe” sorunu; Türkçedeki tarihî değişim İngilizceden çok daha hızlı olduğu için, 1600’lerin İngilizcesi az sayıda sözcüğün anlamını açıklayarak anlaşılabiliyor, Shakespeare’in özgün metni tiyatroda oynanabiliyor; Türkçede ise, 1910’ların Türkçesi bile bugün ortalama okur için zor anlaşılır hâle gelmiş durumda. Bu çözüm uygulanırsa ortaya çıkacak sonuç, Joyce’un orijinalinden de zorlu, mizahı, hikâyesi iyice okunaksızlaşmış bir sonuç olacak.
İkinci sorun, Türkçenin dönemleri ile yapılacak analojinin, Joyce’un kitaptaki temaları açısından geçersiz olması. Tristram Shandy parodisi yapılan bir sayfada, aynı yüzyılın dili olsun diye Şeyh Galip parodisi yapmak, Joyce’un bizzat İngiliz dilinin içinde kurduğu yapıdan iyice uzaklaşmak olur; analojiyi koruyacağız derken, Joyce’un kitaptaki temel temalarından (İrlandalılık, İrlandalılığın İngiliz dili ve kültürüyle ilişkisi, Yunanlılık, Musevilik), kitap boyunca kurumsallaşmış İngiliz edebiyat konvansiyonlarını altüst ederek gösterdiği politik duruştan (bu konuda çok önemli bulduğum bir kitap: Joyce’s Revenge, Andrew Gibson) tümden uzaklaşmış oluruz.
...ama en önemlisi
Tüm bu stratejik tercihler bir yana, benim için bu çeviri çalışmasının en önemli hedefi şuydu: Ulysses’in, mizahıyla, insani tarafıyla, doluluğuyla, hayatı her yönüyle kapsamasıyla bana tattırdığı okuma keyfini anadili Türkçe olan okura tattırabilmek. Benim gözümde bu çevirinin nihai başarı ölçütü de bu olacak.
[Kırtipil, Sayı: 2, Şubat 2013 / Kaynak: http://ekici.blogspot.com/]